Şirketler Devletlere savaş mı açıyor?

Teknofeodalizm – Şirketler Devletlere Karşı

admin

Dijital dönüşümün hızlandığı bir çağın içindeyiz ve bu hız, klasik ekonomik modelleri de, toplumsal yapıları da yeniden düşünmemize neden oluyor. Son dönemde karşımıza sık sık çıkan kavramlardan biri teknofeodalizm. Bu terim ilk başta biraz iddialı geliyor; sanki “Orta Çağ geri mi döndü?” diye düşündürüyor ama aslında mesele çok daha güncel. Feodal düzende gücün az sayıda lordun elinde toplanması vardı; bugün ise güç, veri ve dijital altyapıları kontrol eden birkaç büyük şirketin elinde. Toprak yerine veri, derebey yerine teknoloji devleri… Sonuçta ben bu kavramın, yaşadığımız dönüşümü açıklamak için oldukça yerinde bir metafor olduğunu düşünüyorum.

Dijital ekonomide güç yoğunlaşmasının ardında birkaç temel dinamik görüyorum: veriye erişim, altyapı üstünlüğü, platform bağımlılığı ve ağ etkileri. Bu faktörler, özellikle büyük şirketlerin piyasada üstün konum elde etmesine yol açıyor. Mesela son iki yılda, dünyanın en büyük birkaç teknoloji şirketinin toplam piyasa değerinin birçok ülkenin GSYH’sini geride bıraktığını izliyoruz. Bu ekonomik güç, ister istemez siyasi ve toplumsal alanlara da taşmaya başlıyor. Öyleki, kanka olarak yola çıkan Trump ve Elon Mask‘un gerilim dolu atışmaları aslında nasıl bir durumun var olduğunu çok çıplak bir şekilde ortaya sererek, ”acaba kantarın topuzu kaçtı mı?” sorusunu akıllara getirdi.

Teknofeodalizm tartışmalarında beni en çok düşündüren şey, bireylerin dijital ekosistem içinde giderek “bağımlı kullanıcı” hâline gelmesi. Dijital platformlar hayatımızın o kadar içine girdi ki; bazen başka bir alternatif olmadığı hissine kapılıyoruz. Verinin kimde olduğu, nasıl işlendiği, hangi algoritmalar üzerinden karar verildiği konusu da giderek daha kritik oluyor. Tüm bunlar birleşince, bireylerin dijital dünyada kendi kaderini tayin etme gücü zayıflıyor mu, bunu sorgulamak gerektiğine inanıyorum.

Bu çerçevede, dünyada üç büyük bölgenin — ABD, Çin ve AB — teknofeodalizm karşısında nasıl konumlandığına baktığımda oldukça ilginç bir tablo görüyorum.

Amerika Birleşik Devletleri bu tartışmanın tam merkezinde. Çünkü teknoloji devlerinin neredeyse hepsi burada ortaya çıktı ve bugün ekonomik, kültürel ve siyasi etkileri küresel ölçekte hissediliyor. ABD modeli, girişimcilik ve yenilikçilik üzerine kurulu. Bu yaklaşımın güçlü bir dinamizm yarattığı ortada; ancak piyasanın kendi kendini dengeleyeceğine dair inancın hâlâ baskın olduğunu söylemek mümkün. Son yıllarda Federal Trade Commission’ın bazı antitröst davaları açtığını görüyoruz ama bu davaların sektörde devrim yaratacak seviyeye ulaştığını düşünmüyorum. Bu nedenle, ABD’nin modelini değerlendirirken, teknoloji şirketlerinin güç yoğunlaşmasını doğal bir piyasa sonucu gibi kabul eden bir yaklaşımın baskın olduğu izlenimini ediniyorum. Bu da teknofeodalizmin tohumlarını besleyen bir atmosfer yaratıyor.

Çin’de ise tam tersi bir tablo var. Dijital altyapı, veri yönetimi ve platform ekonomisi büyük ölçüde devlet denetimi altında. Çin’in modeli daha merkeziyetçi, daha kontrol odaklı. Devlet, teknoloji şirketleriyle sıkı bir işbirliği ve denetim ilişkisi kuruyor. Veri, ulusal güvenliğin bir uzantısı olarak görülüyor ve bunun sonucunda platformların davranışları devlet tarafından şekillendiriliyor. Bu model, teknofeodalizmin şirket merkezli değil, devlet merkezli bir versiyonuna yakın duruyor. Güç yine merkezi; fakat bu kez kontrol noktası şirketler değil devlet. Bu yaklaşımın avantajı, ulusal egemenlik ve stratejik özerklik konusunda güçlü bir duruş sergilemesi. Ancak kişisel haklar ve şeffaflık konularında daha tartışmalı bir resim ortaya çıkıyor.

Avrupa Birliği ise bu iki uç arasında daha farklı bir yol izliyor ve bana göre en sistematik refleksi gösteren blok. AB’nin Digital Markets Act ve Digital Services Act gibi düzenlemeleri, tekelleşmeye ve platform gücüne karşı somut adımlar içeriyor. Büyük platformlara veri paylaşımı, şeffaflık ve erişim eşitliği yükümlülükleri getiriliyor. AB’nin yaklaşımını analiz ederken şunu hissediyorum: Burada amaç şirketleri yavaşlatmak değil, rekabeti ve kullanıcı haklarını korumak. Bu yüzden Avrupa modeli, teknofeodalizm tartışmalarında bir tür denge noktası sunuyor. Dijital egemenlik kavramı da Avrupa’nın son yıllarda sıkça vurguladığı bir tema. Yani sadece düzenleme değil, aynı zamanda kendi dijital ekosistemini inşa etme çabası var.

Bu üç farklı yaklaşımı bir arada düşündüğümde aklımda şöyle bir resim oluşuyor: Teknofeodalizm tek bir coğrafyanın sorunu değil; küresel bir güç mimarisinin dönüşümüyle ilgili. ABD yenilik üretiyor ama şirket gücü çok yoğunlaşıyor. Çin dijital gücü devlet kontrolünde tutuyor. AB ise regülasyonla denge kurmaya çalışıyor. Bunların hiçbiri tam anlamıyla “ideal model” değil bence; ancak her biri dijital çağın farklı risk ve fırsatlarına verilen somut yanıtları temsil ediyor.

Genel olarak konuyu nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu nedenle, teknofeodalizmle mücadele edilmeli mi diye düşündüğümde, bunun bir “mücadele” meselesinden çok bir “yönetişim” meselesi olduğunu düşünüyorum. Gücü kim kontrol edecek? Veriyi kim yönetecek? Algoritmalar nasıl denetlenecek? Dijital vatandaşlık hakları nasıl korunacak? Bu sorulara verilecek cevaplar, her ülkenin veya bölgenin tercihine göre farklılaşacak. Ancak benim kişisel görüşüm, dijital çağda hem inovasyonu koruyan hem de toplumsal dengeyi gözeten karma bir yaklaşımın en sağlıklı yol olduğu yönünde.

Teknolojinin sunduğu imkanlar muazzam. Ancak bu imkanlar belirli merkezlerde yoğunlaştığında, tarihsel olarak bildiğimiz güç dengesizlikleri modern bir biçimle tekrar karşımıza çıkabiliyor. Ben bu nedenle teknofeodalizmi abartılı bir kavram olarak değil, son derece gerçek bir tehdit olarak görüyorum. Kontrolsüz bir şekilde agresifçe büyüyen her yapı güç sarhoşluğuyla karşısına çıkan her iradeye meydan okuyabilir. Belkide biz bunu şu an hiç bilmediğimiz derecede yoğunca yaşıyoruz ancak daha duruma uyanamadık! Ortaya şeffaf bir tablo çıktığında ise iş işten geçmiş olabilir. O nedenle burada bir güçler ayrılığı inşa edilmeli ve Şirket gücü, devlet gücü ve kullanıcı hakları arasındaki üçgeni ne kadar iyi yönetebilirsek, dünyanın ve ekonominin geleceği de o kadar demokratik ve kapsayıcı olur.

Prev Post Next Post