Türkiye’nin Kalkınma Planı
Kendimiz Başlatmalı, Kendimiz Şekillendirmeliyiz
Bu başlığı atarken, Ankara’daki bir devlet dairesinin raflarında yazacaklarımla ilgili yüzlerce taslak, binlerce araştırma ve sayısız fizibilite raporunun yer aldığını biliyorum. Ülke olarak yaşadığımız sorunun yasa çıkarmak veya düzenleme yapmak değil, uygulama ve denetim eksikliklerinden kaynaklandığının da farkındayım. Peki bu durum beni yazmaktan alıkoyar mı? Kesinlikle hayır! Çünkü ülkece kalkınmak istiyorsak, özel sektör ve vatandaşlar olarak öncelikle bize büyük görevler düştüğüne inanıyorum.
Yeraltı zenginliklerimizin veya rezervlerimizin ileride bizi zenginleştirmesi, bölge ülkelerinin Türkiye’ye sermaye getirmesi ya da turizm potansiyelimiz gibi konular bana, bilmediğimiz bir yakınımızdan miras kalıp da hayatımızı kurtaracak beklenmedik bir şeymiş gibi geliyor.. Zaten birçok alanda yurtdışına bağımlı olmuşken, hayallerimizi neden dış kaynaklara bağlıyoruz?
Ekonomik kırılganlığımızın özünde cari açık var. Yani aslında ithalat ve ihracat dengesini sağlamak, hatta ihtiyaçlarımızı büyük oranda yerli kaynaklarla karşılamak gerekiyor. Bunu başarmak için bir Anadolu sanayi devrimine ihtiyacımız var. Üretim ekonomisine geçmeliyiz. Bu sayede genç nüfusun işsizliğini, genel işsizliği, bölgesel refah eşitsizliğini ve dışa bağımlılığı azaltabiliriz. Peki bu mümkün mü? Elbette! Örnekleri var mı? İngiltere, Fransa, ardından Almanya ve Japonya. 1980’ler ve 1990’larda Güney Kore, son 20-25 yılda Çin. Hepsinin temelinde aynı faktörler yatıyor: Çok çalışma, fedakârlık ve dayanışma…
Evet yazımın girişinde insiyatifin devletten önce bizde olduğunu belirttim ve evet bu ülkelerdeki devrimsel ve planlı kalkınmaların arkasında devlet politikaları ve yönlendirmeleri vardı. Ancak, bu değişimi ve kalkınmayı talep eden halk ve sanayiciler mi devleti bu noktaya getirdi, yoksa devlet mi halkı ve sanayiyi bu değişime zorladı, tartışılır. Bence, gelişmekte olan bir sanayi, devleti bu değişime sahip çıkmaya zorlar. Evet, başlangıçta zorluklar olacak ama tüm başarı hikayelerinde aynı ortak noktayı görüyoruz: Yokluklardan ve bürokratik engellerden yılmak yerine daha da azimle çalışanlar, sonunda sadece kendi kaderlerini değil, başkalarının da kaderini değiştiriyor.
Üstelik savaş sonrası yıkıntılar ve yoksulluklar içindeki ülkeler kadar dezavantajlı da değiliz. İnşaat ve altyapı sektöründe deneyimli ve öz kaynakları olan bir ülkeyiz. Makine üretimi ve tesisleşme konusunda yıllık 30 milyar dolarlık ihracat yapıyoruz. Tüm sektörlerde uluslararası seviyede yöneticilik yapan deneyimli beyinlere ve iyi eğitim almış genç nesillere sahibiz. Dünyanın önemli ticaret rotalarının merkezindeyiz ve hammaddelere ulaşımımız nispeten kolay. Daha pastadan pay almadığımız pek çok yeni sanayi kolu var. Dünya hızla değişirken, tüketicilerin belirli marka ve ülke bağlılıkları da azalıyor ve yurtdışı piyasalarda Türkiye için potansiyeller artıyor. Yani iç piyasamızda yerli ürünleri tercih edip cari açığı kapatırken diğer yandan ihracatta da daha başarılı olabiliriz.
Kalkınmış ve refah seviyesini yükseltmiş bir Türkiye, zaten yeraltı kaynaklarını kendi teknolojisiyle arayıp bulup işleyebilir, ihtiyaç duyduğu enerjiyi daha ekonomik fiyatlarla sağlayabilir, yenilenebilir enerjide bölgesel bir güç haline gelebilir ve turistik lokasyonlarını yüksek katma değerli turistlerin rotası yapabilir. Bunlar kendiliğinden katma değerli bir şekilde gelecektir.
Kendi değişimimizi başlatmak zorundayız ve Türkiye’nin kalkınma planını da kendimiz şekillendirmeliyiz. Potansiyelimizi fark ederek, kararlılıkla ve birlik içinde çalışarak geleceğimizi inşa etmeliyiz. Her bireyin, her kurumun ve her sektörün bu hedefe katkı sağlaması gerekiyor. Ancak bu şekilde, beklediğimiz kalkınma ve refah seviyesine ulaşabiliriz.